26 Şubat 2012 Pazar

Yalnızlığın dayanılmaz hafifliği...

Yalnızlığa alışmak yalnız olmaktan daha kötüymüş, daha tehlikeliymiş meğer.

Uzun ve de dolu dolu yaşanan bir birlikteliğin ardından yalnız kalınca sudan çıkmış balık misali dolaşıyor insan etrafta bir müddet. Gündüzlerini, gecelerini doldurma çabasına giriyorsun önce. Ne kadar meşgul olursan o kadar iyi. Alkol ve sigarayla daha sıkı bir dostluğun oluyor. Kendini işine daha çok veriyorsun, elinden gelse hafta yedi sen dokuz çalışacaksın. Niye, sırf gidenden kalan boşlukları doldurabilesin ve yalnızlık denen o korkunç yaratıkla başbaşa kalmayasın diye.

İlk bir kaç ay böyle gidiyor, debelenip duruyorsun. Çünkü ödün kopuyor yalnız kalmaktan. Sonra yavaş yavaş eski hayatına dönmeye başlıyorsun farkında bile olmadan. Yaşadığın, yaşayacağın günlerden korkmamaya başlıyorsun hem de hiç uğraşmadan. Bütün bir hafta sonu evden çıkmadan oturmak eskisi gibi boğmamaya başlıyor, aksine keyif alıyorsun. Boş boş oturuyorsun ve aklına bile gelmez oluyor ne o ne de yalnızlığın. Yalnız da mutlu olunabileceğini, hayatın tadının yalnızken de çıkartılabileceğini öğreniyorsun. Bugüne kadar hep iki kişilik diye bildiğin çoğu eylemin aslında tek başına yapılabileceğini fark ediyorsun.

Sonra gittikçe keyif vermeye başlıyor yalnızlık. Hayatını sadece kendin için yaşamanın ne kadar da güzel olduğunu fark ediyorsun. Sadece kendi istediklerini yapıyorsun ve bütün bunları sadece kendin için yapıyorsun. İstediğin herkesle gönül rahatlığıyla görüşebiliyorsun, istediğin zaman şehirden uzaklaşıp nefes alabiliyorsun, tek başına da sinemaya gidip keyifle film izlenebileceğini anlıyorsun. Sevgililer Günü olarak tüm sevgililere kutlanması dayatılan o salak günde, sevdiğin arkadaşlarınla buluşup yalnızlığınla barışmanın şerefine kadeh kaldırabiliyorsun ve bunu tüm içtenliğinle yapıyorsun. Çünkü artık mutluluğun, birinin mutluluğuna endeksli olmadığını biliyorsun. "Ohh sevdiklerim yanımda keyfim yerinde, vallahi hayat bana güzel!" tadında geçip gidiyor günlerin.

Geçiyor geçiyor da asıl tehlike sonra başlıyor işte. O kadar alışıyorsun ki yalnızlığa biri gelecek onu senden alacak diye ödün kopuyor sonra. Çünkü yalnız olmayı özgür olmakla karıştırıyorsun. Arasındaki farkı bilsen de karıştırıyorsun. Biriyle bir olmak ne kadar güzelse, özgür olmak, yalnız olmak da bir o kadar güzel geliyor artık. Farkında bile olmadan normal olan buymuş gibi yaşamaya başlıyorsun. O kadar iyi bakıyorsun ki yalnızlığına seni bırakmak istemiyor. Bir bakmışsın en uzun ilişkin yalnızlıkla olan ilişkin olmuş. Ne onun seni bırakmaya niyeti var ne de senin onu. Bir de, gül gibi geçinip gidiyorsun işte ne gerek var yeni maceralara, ruhunu bir daha yormaya dedin mi olayı bitirmişsin demektir. Hadi geçmiş olsun :)

Hem biri olsa fena olmaz hani diyorsun hem de özgürlüğün elden gidecek diye yusuf yusuf atıyor bir tarafların. Bilsem ki; özgürlüğüme dokunmayacak, beni kısıtlamaya, boğmaya çalışmayacak, önce kendine sonra bana güvenecek birisi var vallahi hemen alcam kabul edicem. Ama yok vallahi. Daha flörtgen bir ruh halindeyken bile çocukca kaprisler yapan koca koca adamlar biliyorum ben yaaaa. E onlar böyle yapınca, ben yalnızlığımla daha mutluyum birader sana hayatta başarılar diyip arkama bile bakmadan kaçıyorum vallahi.

Bana kendine güvenen ve bana saygı duyan adam lazım arkadaşım. Bu saatten sonra hiiiç çekemem vallahi naz niyaz. Tolerans limitlerimi ziyadesiyle doldurmuş bulunmaktayım zira :)

Sosyal medya gurusu Fecabook'ta pek çok arkadaşımın zaman zaman paylaştığı bir cümle var, yazmadan geçemeyeceğim; " Biz bu hayatı üç kişi yaşıyoruz; ben, keyfim ve kahyası". Üçümüzü birden kabul edip, bize ayak uyduracak ve hayatımıza değer katacak birisi varsa başım üstüne.  Yoksa da, çok da fifi ;)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder